Bir toplantıya katılırsınız.

Konu çevredir.

“Geri kazanımı yaygınlaştıralım!”, “Halkı bilinçlendirelim!”, “Koruyalım sulakalanlarımızı!”, “Sanayiciyi bilinçlendirelim!”, “ÇED kararları önemli!”, “Döngüsel ekonomi, sürdürülebilir kalkınma”…

Havada uçuşur bu sözler.

Denetimler tamdır. Mevzuatımız çok detaylıdır. Kurumlarda yetkin kişiler bulunmaktadır. Üniversitelerde iyi eğitim veriliyordur.

En ileri çevre teknolojilerini kentimizde, ülkemizde görmek mümkündür.

Hep işbirlikleri konuşulur. Üniversite-sanayi-kamu işbirlikleri… Herkes çözümü biliyordur.

“Mevzuat var ama uygulamamız biraz eksik” sözleri dökülür bazı dudaklardan.

Yıllar önce bir gün böyle bir toplantıya katıldım.

Konu Uluabat Gölü’nün korunması idi. O güne kadar katıldığım onlarca Uluabat toplantısından biriydi.

Uluabat Ramsar Alanı idi. Uluslararası ölçekte korunma statüsüne sahipti.

Ulusal planlamalar da yapılıyordu yıllardır. Sıra sıra eylem planları…

Biliniyordu Uluabat Gölü’nün sorunları. Sayısız akademik araştırma bulunuyordu. Sivil toplum kuruluşları da yayınlar yapıyordu. Göle yapılan deşarjlar, sorumluları, çözüm için aslında neyin yapılması gerektiği biliniyordu.

Pek çok kişi haberdardı. Hem sorundan, hem çözümden… Pek çok kurum haberdardı. Pek çok yetkili organ haberdardı durumdan.

Ama Uluabat Gölü yıllardır küçülüyordu. Göl, çevresel sorunların kıskacındaydı. Göldeki canlı hayatı tehlikedeydi. Göl, deşarjlar nedeniyle doluyor, göl olma özelliğini yavaş yavaş kaybediyordu.

O toplantıda yanımda bir gazeteci oturuyordu.

Sohbet arasında hayıflandım: “Pek çok toplantı yapıldı, ama göl kirlendi ve kirlenmeye devam ediyor.”

Dedi ki, “Hocam, göl kirlendi çünkü insanlar kirlendi.”

Murathan Mungan’ın “Telli Turna” şiiri aklıma geldi.

Yeni Türkü’nün seslendirmesiyle tanışmıştım bu şiirle. Şöyle diyordu: “Biz büyüdük ve kirlendi dünya…”

Çok düşündüm sonraları. İnsan neden kirleniyordu? İnsan kirlendiğini biliyor muydu? Kirlendiğini biliyorsa bundan rahatsız olmuyor muydu? Kirlenen insan kendini neden temizlemiyordu?

Sosyal psikolog Leon Festinger’in 1957 yılında ortaya koyduğu “bilişsel uyumsuzluk” teorisini okuduğumda anlamaya başladım bu toplantılarda verilen sözlerin neden tutulmadığını, yapılan planlamaların gerçeklerle neden örtüşmediğini. İnsanın yanlışları nasıl meşrulaştırabildiğini…

Toplantıda kendiniz veya kurumunuz adına bir söz veriyorsunuz. Bir coşkuya kapılıp yüksek vaatlerde bulunuyorsunuz. Etik ilkelerden bahsediyorsunuz. Toplantıdan çıkıp günlük hayatınıza geri döndüğünüzde şu veya bu nedenle coşkunuzda azalmalar başlıyor. Bir süre sonra hissedilmez hale geliyor o coşku, o sözler unutuluyor. Ta ki bir sonraki toplantıda birileri hatırlatıncaya kadar. Sorular geldiğinde siz “ama”larla başlayan yanıtlar veriyorsunuz: “Yapamadık çünkü…”. “Çünkü”lerin nedeni hep başkaları oluyor. Hep başka nedenler var. Size bağlı olmayan nedenler. Bu kadar karamsar bir tablo varken siz kılınızı kıpırdatamamıştınız elbette. Tabii ki haklı olarak (!).

Bilişsel uyumsuzluk teorisi aslında beynimizin uyumlu ve tutarlı zihin yapısına ulaşma çabasını ifade ediyor. Beynimiz tutarlı olmayı istiyor. Özümüzle sözümüzün bir olmasını istiyor. İnançlarımızla yaptıklarımız uyumlu değilse vicdan dediğimiz o kavram gece başımızı yastığa koyduğumuzda bizi yokluyor.  İşte o noktada yaptıklarımızı meşrulaştırma hareketine girişiyor beynimiz. “Böyle yaptık veya yapamadık çünkü başkaları da öyle yapıyordu” veya “elimizdeki imkânlar buna izin vermiyordu”, “dünyayı kurtarmak bana mı kalmıştı, kimse zaten bir fedakarlıkta bulunmuyordu”, “gerçekleri görmek lazım”, “yaparsam amirlerimle ters düşerim”, “kimse işini düzgün yapmıyor ki ben nasıl yapayım” vesaire vesaire. Beynimizin buradaki bahane üretme yeteneği inanılmaz, hayran olunacak gibi. Çünkü beynimiz bizi inandıklarımızla yaptıklarımız arasındaki uyumsuzluktan kurtarmaya çalışıyor. Aksi taktirde psikolojik bir rahatsızlık ortaya çıkacak, vicdan dediğimiz o şey bizi sık sık uykusuz bırakacak. Bir süre sonra bakıyorsunuz beyniniz her şeyi yoluna sokmuş ve ne yapmış etmiş düşüncelerinizi rasyonalize etmenin bir yolunu bulmuş.

Uyumsuzluğu ortadan kaldırmak için ya inançlarınızı değiştireceksiniz ya da davranışlarınızı. Uyumsuz bir şekilde yaşamı sürdürmek çok zor olacaktır zira. Davranışınızı değiştirmek zor geliyorsa uyumsuz bilgiyi yok saymak, gözlerinizi bu gerçeğe kapatmak bir çare sunabiliyor. Veya uyumlu yeni bilişsel unsurlar ekleyerek resmi tamamlayabiliyorsunuz. “İklim değişikliği aslında yok, bu bizim gelişmemizi istemeyen birilerinin uydurduğu bir hikâye” veya “Eskiden beri buzul çağlar yaşanıp duruyordu, dünyamız bir soğuyup bir ısınıyordu,” derken yapılan gibi.

Suya istenmeyen bir deşarj yapan sanayici o suyun gıda zinciri yoluyla insanları hasta edebileceğini bilmiyor mu? Sanayicimizin bu kadar saf olduğunu düşünmemiz elbette mümkün değil. Biliyor ve bu bilgiye gözlerini kapatıyor sadece. Herhangi bir çevresel denetimde gereken cezayı vermeyen bir denetçi, vermediği bu cezanın sonucunun ağır bir çevresel bedelle bize geri döneceğini, denetim sistemini delip geçeceğini bilmiyor mu? Elbette biliyor ama bilmek istemiyor. Eğer bildiğini kabul ederse zihnindeki bilişsel uyumsuzluk onun peşini bırakmayacak. O zaman davranışlarını gerekçelendirecek ve makul gösterecek bilgi arayışlarına giriyor, vicdani savunmasını bu bilgi parçacıklarıyla yapıyor. Kendisine bu uyumsuzluğu hatırlatacak kişilerden uzak duruyor, davranışını meşrulaştırmak için başkalarından onay arıyor ve kendisini diğerleriyle kıyaslamaya başlıyor.

Ancak kişinin ahlaki standartları, etik ilkeleri ve kişiliği yeterince sağlamsa, evrensel ilkelerle ve gerçeklerle uyumlu davranışların peşinden gidiyor. İşte bu kişiler kedinin yetişemediği ciğere “Murdardır” demesi gibi bahanelerin arkasına sığınmadan ciğere yetişmek için elinden geleni yapmaya çalışıyor.

Yıllardır düşündüğüm soruların cevabını vermeye sıra geldiğinde şöyle diyorum: “İnsan kirlendiğini kabul etmemenin yollarını buluyor ve çeşitli beyin manevralarıyla kirlenmeyi meşrulaştırma hareketine giriştiği için en azından bir süre bundan rahatsızlık duymuyor. Bu nedenle kendini temizleme ihtiyacı duymuyor.”

“Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol” felsefesini yaşayıp bilişsel uyumsuzluğumuzu giderirken doğru seçimler yapmayı, bahaneler üretip yanlışlarımızın arkasında durmamayı diliyorum. Zira insan beyninin verdiği bu bilişsel uyumsuzluğu giderme hizmeti, çevrenin ve dolayısıyla tüm yaşam bileşenlerinin teker teker elimizden kayıp tarumar olmasına neden olabiliyor.

Güray Salihoğlu