“Katı çevresel düzenlemeler verimi artırabilir ve ticareti de güçlendirecek yenilikçi adımların atılmasını teşvik edebilir. Katı çevresel düzenlemeler daha temiz ve yeşil bir üretimin benimsenmesine yol açabilir.”

 

1991 yılında ekonomist Michael Porter bu hipotezi ortaya atmış. Ondan sonra da bu hipotez Porter hipotezi olarak anılmış.

 

Gerçekten öyle mi olur? Yasaları sıkılaştırdıkça, vergileri veya cezaları artırdıkça istediğiniz çevre dostu sonuçları almaya başlar mısınız?

 

Belli ki her zaman öyle olmaz. Bazen olur, bazen de başka şeyler olur. Kaçaklar olabilir mesela.

 

Bölgenizde bir iklim hedefi koyuyorsunuz. Kararlısınız. Karbondioksit emisyonunu sınırlayacaksınız. Karbonlu yakıt kullanımına vergiler getiriyorsunuz. Endüstriyel kuruluşlara diyorsunuz ki “Sınırlı bir emisyon üretme hakkın var. Daha fazla üretmek için karbon izni satın alman gerekiyor. Belirlenen süre içinde karbon iznin olmadan emisyon üretmişsen ceza ödeyeceksin.” Karbon fiyatlandırması için ticari bir sistem de geliştiriyorsunuz bu sözlerinizi desteklemek için. Bütün bunlardan sonra da bölgenizdeki endüstrinin artık yeşil kurallara geçmesini bekliyorsunuz.

 

Endüstriyel kuruluşlar bu yeşil kuralları çok da benimsemiyor. Hesaplarını yapıyorlar. Bulundukları yerde üretime devam ederek karbon vergisi mi ödemeli? Karbon vergisi ödememek için temiz üretime mi geçmeli? Yoksa karbon vergisi olmayan bir başka ülkede üretime mi başlamalı?

 

Hangisinin maliyeti daha düşük? Üretimi başka bir ülkeye kaydırmak ve karbonu yoğun endüstriyel üretime başka bir ülkede devam etmek daha düşük maliyetli çıkabilir bazı durumlarda. Taşınmaya karar verebilir endüstriyel kuruluş. Bu durum “Kirlilik Sığınağı Hipotezi” ile açıklanmış. Yani nam-ı diğer “Karbon Kaçağı”.

 

Seragazı emisyonları bir ülkede katı emisyon politikası nedeniyle azalırken, başka bir ülkede artıyorsa “karbon kaçağı var” diyoruz. Ülkenin emisyon üretme kuralları arttıkça üretimin yerel maliyeti büyümeye başlıyor. Üretici, pazardaki rekabette maliyet açısından dezavantajlı duruma geliyor ve bunun önüne geçmek için kirli üretimini başka bir ülkeye taşıyor. Sonuçta küresel çapta üretilen seragazı emisyonları azalmamış, sadece yer değiştirmiş oluyor.

 

Avrupa’da 2005 yılından beri bir emisyon ticaret sistemi (ETS) bulunuyor. Bu sisteme göre her yıl bir emisyon üst limiti konuluyor. Bu üst limit, sisteme tabi tutulan endüstriyel kuruluşlar arasında emisyon izni olarak paylaştırılıyor. Size izin verilen miktardan fazla karbondioksit ürettiyseniz bu fazla miktarı karşılayacak kadar izin satın almanız gerekiyor. Bu sistem sizi zorlamaya mı başladı, o zaman tası tarağı toplayıp başka bir ülkeye taşınmayı düşünebilirsiniz. Avrupa Birliği, kendi ekonomisi açısından taşınmanızı istemiyor. Üretime  bölgesinde devam etmenizi istiyor. Bunu önlemek için de karbon kaçağı riski olan endüstrilere bolca ücretsiz izinler dağıtıyor. Ücretsiz izinleri o kadar bolca dağıtıyor ki arz talep dengesi kurarak belirlenmiş izin ücretlerinin fiyatları caydırıcılıktan çok uzak bir noktada kalıyor. Belki bu şekilde karbon kaçağını önlemeyi başarıyor ama endüstrilerde yeşile dönme motivasyonunu istediği oranda oluşturamıyor.

 

Karbonun Bir Bedeli Olmalı!

 

“Karbonun bir bedeli olmalı. Doğa bu bedeli daha fazla ödeyemez”, diyordu Avrupa Komisyonu Başkanı, emisyon ticaret sisteminden söz ederken. Bir taraftan da ortaya çıkabilecek “Karbon Kaçağı” durumu için nasıl önlem alınabileceğini düşünüyordu komisyon üyeleri. Sınırda Karbon Vergisi düzenlemesiyle çıkageldiler. 2021 Temmuzunda sundukları “55’e Uyum Paketi” içinde Sınırda Karbon Düzenlemesi yeni bir düzenleme olarak yer aldı. O günden beri belki de en çok tartışılan öneri bu oldu. Oysa 55’e Uyum Paketi içinde başka şeyler de vardı.

 

Bu paket içinde iklim, enerji, yakıtlar, ulaşım, binalar, arazi kullanımı ve ormancılık alanlarında 13 düzenleme vardı aslında. Bu düzenlemelerin sekizi mevcut düzenlemelerin güçlendirilmesiyle ilgiliydi. Beş düzenleme de yeni getirildi. Bu düzenlemelerden yalnızca Sınırda Karbon Düzenlemesi Avrupa dışındaki ülkeler tarafından çokça tartışıldı.

 

Karbon Kaçağı Riski Olan Sektörler Nasıl Belirleniyor?

 

Emisyon ticaret sistemi altyapısı içinde, sektörlerin karbon kaçağı riskinin olup olmadığı belirlenirken potansiyel karbon maliyetlerinin toplam üretim maliyetlerini hangi oranda artıracağına bakılmış. Bunun yanında Avrupa dışındaki ülkelerle ticaret yoğunlukları da göz önünde bulundurulmuş. Karbon fiyatlandırması sonucunda bir sektörün üretim maliyeti en az %5 oranında artıyorsa ve sektörün AB dışındaki ülkelerle ticaret (ithalat ve ihracat) yoğunluğu %10’un üzerindeyse bu sektörün önemli derecede karbon kaçağı riskiyle karşı karşıya olduğu kabul edilmiş. İlave maliyet %30’un üzerinde ise ve ticaret yoğunluğu %30’un üzerinde ise sektörün karbon kaçağına maruz kaldığı kabul edilmiş.

 

Önemli ölçüde karbon kaçağına maruz kaldığı belirlenen sektörlere serbest emisyon izinleri verilmiş. Emisyon izinlerinin miktarı, ürünün üretilen miktarının (ton) bu ürün için belirlenen emisyon eşik değeri (ton emisyon) ile çarpılması sonucu hesaplanmış. Karbon kaçağı riski bulunmayan sektörlere verilen ücretsiz emisyon izinleri ise kademeli olarak azaltılmış. Hesaplamada kullanılan eşik değerler en etkin uygulamaları esas aldığı için, verilen izinlerin ancak en etkin uygulamaların ihtiyacını karşılayacak düzeyde olması sağlanmış.

 

Ancak Avrupa bugüne kadar getirdiği emisyon ticaret sisteminden tam olarak beklediği performansı alamamış. Çünkü çok fazla ücretsiz izin dağıtmış ve arz-talep piyasasına göre belirlenen emisyon izni fiyatları yeterince caydırıcı olamamış.  Bu nedenle 2021 yılından sonra ücretsiz izinleri yalnızca üretimini AB dışına kaydırma riski “çok yüksek” olan sektörlere vermeyi planlıyor. Karbon riski bulunan sektörleri belirleme kriterlerini değiştiriyor ve sadece ticaret ve emisyon yoğunluğuna odaklanmayı planlıyor. Bu politika 2030 yılına kadar sürdürülecek gibi görünüyor, yeni kurallar ve kriterlerle.

 

Karbon kaçağı riski bulunmayan sektörler için 2026’ya kadar %30 oranında ücretsiz izin vermeyi ve daha sonra ücretsiz izin olayını tamamen kaldırmayı planlıyor.

 

Avrupa Komisyonu Sınırda Karbon Düzenlemesi mekanizmasıyla hem karbon kaçaklarını önlemeyi hem de üretimin yeşile dönmesini sağlamak istiyor. Maliyetleri artarak yeşile dönen üretimini rekabet piyasasında korumaya çalışıyor. Sadece kendi sınırları içinde değil sınırları dışında da bir etki alanı oluşturmaya çalışıyor.

 

Türkiye sınırda karbon düzenlemesi kapsamına giren çimento, demir-çelik,  alüminyum ve gübre gibi sektörlerde ihracatının neredeyse %55’ini AB’ye yapıyor. Düzenlemeden en çok Rusya, Çin ve Türkiye etkilenecek; bu ülkelerin AB’ye ihracat payları sırasıyla yaklaşık 9, 7 ve 5,8 milyar dolar düzeylerinde.  Türkiye için demir çelik sektörünün yaklaşık 3,8 milyar dolarlık pazar payını 1,9 milyar dolarlık pazar payıyla alüminyum izliyor. Bu nedenle AB’nin yeşil kurallarına göre oynamak ve bu pazarı kaybetmemek Türkiye için önemli olacak. Burada soru şu: Türkiye’nin ithalatını kaybetmek Avrupa Birliği için ne derece önemli olacak?

Tüm sınırda karbon sektörlerinin AB endüstrisinin brüt katma değerine katkısının çok da büyük olmadığını görüyoruz. Bu sektörlerin AB’nin toplam brüt katma değerine katkılarının yalnızca % 0,79 düzeyinde olduğu ve AB’nin toplam ithalatının yalnızca % 2,61’ini oluşturduğu dikkatimizi çekiyor.

Ekonomik açıdan bakıldığında, Türkiye’nin AB’nin Yeşil Mutabakat sürecine uyum sağlamasının AB’den çok Türkiye için bir zorunluluk olduğunu düşünmeden edemiyoruz.