BÖLÜM 1

Penceresinin pervazında dolaşan bir böceğe takıldı gözleri. “Doğadaki türlerden biri… Mutlaka bir tür adı vardır,” diye düşündü. “Şanslı türlerden olsa gerek. Bilim insanlarının tanımlayabildiği 1,2 milyon türden biridir herhalde… ” dedi kendi kendine.

 

Sonra bir soru beynini kemirmeye başladı. Şanslı mıydı bu tür gerçekten? Belki de şanslı değildi sandığı kadar? Öğretmen, dünkü derste “bir milyon tür yok olma riskiyle karşı karşıya,” dememiş miydi? Belki bu böcek türünün de yok olması yakındı.

 

Bilim insanları Dünya üstünde yaklaşık 8,7 milyon tür olduğunu tahmin ediyorlarmış. “Ne kadar çok,” diye düşünmüştü. Bitkiler, hayvanlar, bakteriler, mantarlar… “Ne kadar zengin bir dünyamız var!” Yeni türler de keşfediliyormuş bir yandan.

 

Ama hayır, pek çok tür insan faaliyetleri yüzünden yok olma riskiyle karşı karşıyaymış işte. Tehdit altındaymış biyoçeşitllik. Öyle söylemişti öğretmen.

 

Nasıl bu kadar çok tür olmuş diye düşünürken, öğretmen aklından geçenleri okumuş gibi açıklamaya başlamıştı. Bugün yaşayan pek çok tür, Dünya tarihi boyunca evrimleşerek kendilerine özgü özelliklerini kazanmış. Bilim insanları onların bu kendilerine özgü özelliklerine, farklılıklarına bakarak bir türü diğerinden ayırabiliyorlarmış.

 

Sınıf arkadaşlarından biri “Türleri birbirinden ayırmanın kolay bir yolu yok mu?” diye sorduğunda, “Bir tür bir başka türle çoğalamaz, buradan anlayabilirsin,” demişti öğretmeni. Canlılar zaman içinde öyle evrimleşmişler ki birbirleriyle çoğalamaz hale gelmişler. Bu da yeni türlerin oluşması anlamına geliyormuş.

 

Bilim insanları küresel ölçekteki biyoçeşitliliğin yanında tek bir ekosistem içindeki tür çeşitliliğine de bakıyorlarmış. Orman, otlak, tundra veya bir göl… Tek bir otlakta pek çok tür bulunabilirmiş mesela. Kınkanatlı böcekten, yılanlara, antiloplara kadar pek çok tür olabilirmiş bir otlakta. Ekosistemler, tür çeşitliliğini sağlamak için ideal çevre koşullarını oluştururlarmış. Sıcaklığı, nemi ayarlar, iklimi oluştururlarmış hem bitkiler hem hayvanlar yaşasınlar çoğalsınlar diye.

 

“Bilmediğim ne çok şey var böyle!” diye hayıflandı.

 

Pencerenin pervazındaki böcek açık olan camdan süzülerek toprağa yöneldiğinde toprağa kaydı gözleri. Aklına parlak bir fikir geldiğinde hep yaptığı gibi ayağa fırladı hemen. “Gitmeliyim,” dedi. “Ağacı bulmalıyım. O bilgedir. Bana anlatır. O da bir ekosistemde yaşıyor ne de olsa!”

 

“Bak!” dedi ağaç. “Toprağa dikkatlice bak! Bazı türleri göreceksin, evet. Ama bazılarını görmeye senin gözlerin yetmez,” dedi. “Senin gözünün göremeyeceği kadar küçük o dünyada kimler neler yapıyor bilemezsin.”

 

Ovuşturdu gözlerini. Göremedi gerçekten o küçük canlıları. Bu, onların olmadığını göstermezdi. Mikroskop lazımdı görmek için.

 

Ağaç biliyordu. Toprağı da canlıları da… Dünya’daki türlerin hem kendilerini hem de ekosistemlerini yaşatmak için nasıl da çalıştıklarını biliyordu ağaç. Ekosistemler, Dünya’daki yaşamın kan damarlarıydı, can damarlarıydı çünkü. Tüm bağlantılar onlardaydı. Ekosistemler kutsaldı.

 

Ağaç anlatacaktı. Ama durgundu bugün.

 

Arkadaşını hiç bu kadar üzgün görmemişti. Dayanamadı, sordu:

 

“Neyin var? Mutlu değil misin yoksa?”

 

Başı önüne düştü ağacın. Suskunlaştı iyice. Ne yapmalıydı? Daha fazla gizleyemeyecekti ıstırabını. Anlatmaya karar verdi.

 

 

 

BÖLÜM 2

 

 

Çok kısık bir sesle konuşmaya başladı ağaç. Sonra sesi perde perde yükseldi:

“Ölüyoruz,” dedi. “Yavaş yavaş ölüyoruz. Üstelik sebebi biz değiliz.”

Gözleri doldu çocuğun. Bu kelime onu hep ürkütürdü. “Ne demek ölüyoruz? Sapasağlam karşımdasın işte. Hem arkadaşların da var…”

“Anlamıyorsun,” dedi ağaç. “Biz bir bütünüz. Tüm canlı yaşamı bir bütün. Biyoçeşitlilik çöküyor. Türler tehdit altında. Dünya’daki türlerin dörtte biri yok olma tehdidi altında. Kozalaklı ağaçlar, mercan resifleri, memeliler, kuşlar büyük ölçüde yok olacaklar yakın bir gelecekte. Daha başka türler de var yok olacaklar arasında. Onlar yok olunca biz fazla yaşayabilir miyiz sanıyorsun?”

Anlayamıyordu çocuk. “Mercan resifleriyle benim yaşantım arasında nasıl bir bağ olabilir ki?” diye sordu.

“Mercan resifleri Dünya’da en çok çeşitlilik barındıran ekosistemlerden biri. Biliyorsun, her ne kadar kayalık gibi görülseler de mercan polipi adı verilen canlıların oluşturduğu yapılardır bunlar. Okyanuslarda gördüğümüz o güzel renkli yapılar aslında hayvan grubuna giren binlerce mercana ev sahipliği yapıyor. Bu yapılar sadece mercanlara değil okyanuslardaki balıkların %25’ine de ev sahipliği yapıyor.”

“Mercan resifleri canlı mıymış?” diye gözlerini açtı çocuk.

Uzaklara bakıyordu ağacın gözleri. Belli ki mercan resiflerinin hayali bile ruhuna iyi geliyordu. Devam etti.

“O kadar çok tür yaşıyor ki o mercan resiflerinde! Bazıları onları okyanusların yağmur ormanları diye anıyor,” diye ilave etti. “Bu resiflerde balıklar ve diğer canlılar gıda, barınak, üreme ortamı buluyorlar. Yavrularını bu resiflerin kuytularında yetiştiriyorlar,” dedi.

“Bir belgeselde görmüştüm,” dedi çocuk. “Yerli insanlar okyanustan balık tutuyorlardı.”

“Mercan resifleri olmazsa o balıkların çoğu olmayacak,” dedi ağaç. “Milyonlarca insanın yaşamı tuttukları bu balığa, buradan elde ettikleri gelire bağlı. Yeni ilaçlar da yapılıyor bu resiflerle. Kıyı şeritlerini fırtınalardan, erozyondan ve denizlerden koruyorlar resifler. Kıyısal yerleşim alanlarını, tarım alanlarını denizden koruyorlar.”

“Anladım,” dedi çocuk. “O balıkları tutan insanlardan biri olmasam da belki o balığı yiyen veya o canlılardan elde edilen ilacı kullanan insan ben olabilirim. Okyanuslardaki yaşamın devamının tüm gezegen için önemli olduğunu söylemişti öğretmenimiz. Okyanuslardaki bitkiler ve planktonlar fotosentez yapıyorlarmış. Atmosferden aldıkları karbondioksiti oksijene ve karbona dönüştürüyor, karbonu bünyelerinde tutarken oksijeni bize sunuyorlarmış. Tıpkı ağaçlar gibi…”

Gülümsedi ağaç. Evet, çocuk anlıyordu.

“Mercan resifleri ölüyor mu? Okyanuslar ölüyor mu yani?” diye sordu çocuk.

“Okyanuslar kirleniyor. İklim değişiyor. Okyanus sularının sıcaklığı artıyor. Bir de okyanus suları asitleşmeye başlıyor. Bu değişiklikler, türlerin yaşamını güçleştiriyor, bazen imkânsız hale getiriyor. Bu yüzden ölüyor mercan resifleri ve okyanuslar.”

“Neden asitleşiyor okyanus suları?”

“Atmosferdeki karbondioksit miktarı bu kadar çok olunca, deniz suyunda daha fazla karbondioksit çözünmeye başlıyor. Karbondioksit deniz suyuyla birleştiğinde asit oluşturuyor. Okyanus suları asitleştiğinde canlı hayatı ve fotosentez tehlikeye giriyor.”

“Nasıl da bağlantılı! Ah şu karbondioksit!” diye hayıflandı çocuk.

“Öyle deme,” dedi ağaç. “Karbondioksitin bir suçu yok. Bizim ona da ihtiyacımız var. Ama insanlar o kadar çok karbondioksit ürettiler ki, gezegen bu kadarını taşıyamıyor artık. Her şeyin fazlası zarar, biliyorsun.”

“Yürüyelim mi? Sana göstermek istediğim bir şey var,” dedi ağaç.

Çocuk merakla ağacı takip etti.

 

 

BÖLÜM 3

 

 

Ağaç önde, çocuk arkada yürüyorlardı.

“Ağaçları sever misin?” diye sordu ağaç.

“Nasıl soru bu böyle? Sevdiğimi biliyorsun. Sen benim arkadaşım değil misin?”

“Arkadaşlığın dışında diyorum. Diğer ağaçları, ormanları sever misin?” diye sordu.

“Sevmez olur muyum?” dedi çocuk. “Onlar bize hem temiz hava hem de su sağlıyorlar. Atmosferdeki karbondioksiti uzaklaştırıyorlar. Pek çok canlı yaşıyor ormanlarda. Hem de onlardan gıda, yakıt ve ahşap malzeme elde ediyorlar. Milyarlarca insanın yaşamı ağaçlara bağlı…”

“O zaman buna ne diyorsun?” dedi ve durdu ağaç.

Uçsuz bucaksız boş alanlara işaret ediyordu. Biraz daha dikkatli baktı çocuk. Bu uçsuz bucaksız topraklardaki ağaçlar daha yeni kesilmişti. Kesilen yerler belli oluyordu.  Gözleri fal taşı gibi açıldı çocuğun.

“Nasıl olabilir? Nasıl yaptılar bunu? Neden?”

“İnsanlar bu ağaçları keserek buralarda bazı endüstriyel türler yetiştirmek istiyorlar. Palm yağı elde edip satmak istiyorlar mesela. Bazıları da hayvan besiciliği yapmak için kesiyor bu ağaçları. Yakacak odun veya ahşap malzeme elde etmek için de aşırı ağaç kestikleri oluyor. Bir kısmı da çevresel kirlenmenin pençesinde ölüyor veya zararlı böceklerden nasibini alıyor bu ağaçların.”

İnanamıyordu çocuk. “Ama…” dedi. “Ama onlar bize sadece iyilik sunuyorlar…”

Bir ses duydular uzaktan. Biraz daha dikkatli baktılar.

24-25 yaşlarında ya vardı ya yoktu. Genç bir kız ağlıyordu.

Çocuk ağacın yüzüne baktı sorar gibi.

“Arkadaşını kaybetti,” dedi ağaç. “Arkadaşı bu ağaçların kesilmesini protesto ederken öldürüldü.”

Söyleyecek bir şey bulamadı çocuk. Kelimeler düğüm düğüm olmuştu boğazında.

Yürümeye devam etti ağaç.

Durdu aniden. Genişçe bir alan vardı yine önlerinde. Bu defa tarım topraklarıydı gördükleri. Otlaklar da görünüyordu alabildiğince.

“Biliyor musun bu toprakların neden değerli olduğunu?” diye sordu çocuğa.

“Tabii ki biliyorum,” dedi çocuk. “Onlar bizim gıdamızın kaynağı.”

“Aynı zamanda yarasalardan kuşlara, arılardan solucanlara pek çok çeşit canlıya yaşam alanı sunuyor bu alanlar. O kadar çok çeşit var ki bu alanlarda, inanamazsın,” dedi.

“Onlara da mı bir şey yaptık, yoksa?” diye sordu çocuk.

“Yüzyıllardan beri bazı insanların çabasıyla korundu, bugünlere geldi bu alanlar, bu otlaklar. Ancak insanlar şimdilerde bu tarım alanlarını başka türlü kullanıyorlar. Aşırı işliyorlar; aşırı otlatma yapıyorlar; tarım alanları içindeki çalılıkları ve ağaçları kesiyorlar. Tarım yapmak için zararlı kimyasal maddeler kullanıyorlar. Bu alanların içindeki canlılık ölüyor her geçen gün. Polen yayarak bitkileri dölleyen arılar bile ölüyor.”

Dinliyordu çocuk.

“Uygun olmayan tarımsal uygulamalar genetik çeşitliliği azaltıyor. Neredeyse genetik bir tekdüzelik ortaya çıkıyor. Genetik çeşitlilik azaldıkça bitkiler ve canlılar hastalıklara karşı daha kırılgan oluyorlar.  Çiftçiler verim alamıyor.”

Biraz daha yürüdüler.

Bir dere akıyordu içli içli yürüdükleri yolun kenarında. Pek de gür sayılmazdı. Süzüle süzüle akıyordu ama hedefine ulaşabileceğinden şüphe etti çocuk. O kadar cılızdı ki!

Suyun değerini düşündü. Ne kadar çok resim görmüştü plastiklerle, kimyasal maddelerle, atık sularla kirletilen su kaynaklarına dair. Bu küçük cılız dere bu gerçeğin bilincindeydi şüphesiz. Son gayretiyle akmaya çalışıyordu.

Çocuk kafasını kaldırdı, kalbi sıkışıyordu artık. Baktı gökyüzüne doğru. Yüce dağlar gördü tam karşıda.

“En azından dağlar yerli yerinde,” diye mırıldandı. Sonra hemen şüpheye düştü. “Kesin onların da huzuru bozulmuştur,” diye düşünürken ağaç sanki aklından geçenleri okuyordu.

“Dağların kıymetini biliyorsun,” dedi. “İçme suyunun çoğu dağlardan geliyor. Bazı türler sadece dağlarda yaşıyor. Dağ yaşamına adapte olmuş pek çok insan da var. Ama iklim değişikliği ve kirlenme, dağlardaki canlıların yaşamını tehdit ediyor. İçme suyumuz da tehlikeye giriyor. Artan sıcaklıklar, dağlardaki türleri, ekosistemleri ve onlara bağımlı olarak yaşayan insanları göç etmeye zorluyor.”

İndirdi başını, toprağa baktı. O da kurumuştu. Yarıklar seçiliyordu yer yer. Kuraklığın gelmekte olduğu zaten biliniyordu. Her şey biyoçeşitlilik varsa var olabilirdi. Tüm canlıların birbirine ihtiyacı vardı.

Nasıl da bu hale gelmişti bu güzel gezegen? Oysa insan bu gezegene geleli çok da zaman olmamıştı, gezegenin 4,5 milyar yıllık ömrü düşünüldüğünde.

Sarıldı ağaca.

Hıçkırıklarına hâkim olamıyordu. Ağladı ağladı…

Sonra kaldırdı başını.

Uzaklara kaydı gözleri. Bir şeyler yapabilir miydi acaba?

 

SON